Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu -->

4 Mayıs 2023 Perşembe

TAKVİM 7

 ATEŞ NEREDEN GELİYOR

Behlül Dana Hazretleri, hikmetli nasihatleriyle devrinin insanların' ve bilhassa Halife Hârun nefse uyarak gaflete düşmekten ikaz etmeye çalışırdı. Halife de onun bu samimi halini sever, saraya girip çıkmasına müsaade ederdi. Fakat Behlül Dana bir müddet ortadan kayboldu. Uzun bir süre saraya ugramadı. Karşılaştıklarında Hârun Reşid merakla sordu: "-Behlül, çoktandır görünmedin, nerelerdeydin?".Behlül: "-Bana cehennemi gösterdiler, oradaki vaziyeti seyrettirdiler." diye cevap verdi. Harun Reşid bu cevaba şaşırarak: "—Nasıl girdin oraya, ateş seni yakmadı mı?" dedi. Behlül Dana, halifeyi dehşete düşüren şu cevabı verdi. "—Hayır, orada hiç ateş görmedim. Çünkü herkes ateşini dünyadan kendisi getiriyormuş!.."


BABANIN DUÂSI DERTLERE DEVÂDIR

Hazret-i Ali’nin oğlu Hazret-i HaSan (r. anhümâ) anlattı: Pederimle birlikte karanlık bir gecede Beytullâh’ı tavâf ediyorduk. Gözler kapanmış, her tarafı sessizlik kapla­mıştı. Pederim hazîn ve kederli bir sesle günahından tevbe eden birini işitti. Bana: “Ey oğul! Şu günahına ağıt yakan, Rabb’ine yönelmiş kişinin sesini işitmez mi­sin? Ona yetiş, bulursan bana getir” dedi. Hemen çık­tım, Ka’be etrâfında koşarak onu arıyordum, nihâyet Makâm-ı İbrâhim’de buldum. Onu babama getirdim.

Hazret-i Ali ona, “Bana hâlini iyice anlat” dedi. Şöyle anlattı:

“Devamlı oyun ve eğlenceyle vakit geçiren bir genç idim. Bana çok nasîhat eden bir babam vardı. Diyordu ki ‘Ey oğul, gençlikteki hatâ ve günahlardan sakın. Zîrâ Al­lâhü Teâlâ’nın zâlimlerden hiç uzak olmayan azâbı var­dır.’ Bana ısrarla nasihat ettiğinde ben de ona vururdum. Bir gün yine bana çok va’z ve nasihatlerde bulundu. Ben de ona vurarak incittim. Beytullâh’a gelip Ka'be’nin örtü­süne sarılıp bana bedduâ edeceğine yemin etti. Sonra Beytullâh’a geldi ve bedduâ etti. Vallâhi sözü daha ta­mam olmadan şu gördüğünüz hâle geldim.”

Adam elbisesini açtı, sol tarafının kurumuş olduğunu gördük. Sonra dedi ki: “Ben bundan sonra babamı razı etmek için, ona yalvarıyor, affetmesini istiyordum. Niha­yet kabul edip bana bedduâ ettiği yerde duâ etmek için Beytullâh’a doğru yola çıktık. Erâk vadisine geldiğimiz sırada ağaçtan havalanan bir kuş pederimin bindiği de­veyi ürküttü, deve babamı üzerinden attı. Taşlık bir yere düşüp orada vefât etti. Onu oraya defnettim ve ümitsiz bir hâlde buraya geldim. Bu iş babama isyânım sebebi ile başıma geldi, şefâatçim de ancak o olacaktı.”

Hz. Ali (k.v.): “Müjde, sana şefâatçin geldi” dedi. Sonra kalktı, iki rekat namaz kıldı ve onun için tekrar tekrar duâ etti. Allah’ın izniyle hastalıklı uzuvları eskisi gibi iyileşti. Sonra Hz. Ali (k.v.): Eğer baban sana hayır duâ etme­yi kabul etmiş olmasaydı ben de sana duâ etmezdim.” dedi. (er-Rikkatü ve’l-bükâ, İbn-i Kudâme)



İNSANLARIN HAYIRLISI İNSANLARA FAYDALI OLANDIR

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Ey mü’minlerl... Ölüle­rinizin güzel hallerini söyleyiniz, kötü hallerini söylemek­ten çekininiz." buyurdular.

İnsan başkalarının hayrına çalışmalıdır, başkalarının kemalatını itiraf etmelidir. Voksa onun bunun fena hallerini araştırmak, bunları dile dolayıp teşhir etmek en kötü bir harekettir. Bilhassa ölüp gitmiş, kendi amellerinin sevap veya cezasına kavuşacak olan bir din kardeşimizin şahsı­na ait bulunan kötü hallerini söylemek asla caiz görüle­mez. Onun güzel hallerini söylemelidir ki hakkında rah­met okumaya vesile olsun.

Ancak bir şahsın bid’at ve zulüm gibi dine uymayan, insanlara zararlı olan bir hali bulunursa halkı ondan sakındırmak için bunu söylemek lâzım gelir. Bunları söy­lemek ve elden gelirse menetmeye çalışmak mühim bir vazifedir.

Fakat insanların şahıslarına ait bazı kusurlarını görüp de bunu orada burada söyleyip durmak insanlığa yakış­maz.

“Cihanda bî-kusur insan bulunmaz. / Velâkin her kusur teftiş olunmaz.” Yani kusursuz insan olmaz, öyleyse her kusura bakılmaz, denilmiştir.

İnsan, kendi kusur ve ayıplarını görüp kurtulmaya ça­lışmalıdır İnsanların ayıplarını araştırmak ayıptır. Kendi ayıplarını gören başkalarının ayıplarını göremez. Öyle kimseler vardır ki, kendilerinin birçok kusurları olduğu halde onları görmezler de başkalarının en ufak bir kusu­runu bile görmekten kendilerini alamazlar.

Maamafih kusur sahipleri de kendilerine bir iyilik olmak üzere hakikî mü’minler tarafından yapılacak nasihatleri, hatırlatmaları memnuniyetle karşılanmalıdırlar. Bu bir İnsanî vazifedir. Hazreti Ömer, radıyallahü teâlâ anh de­miştir ki:

“Bana ayıplarımı gösteren kimseye Allâhü Teâlâ rah­met etsin.”

BEYİT:

“Dost odur ki sana doğrusun(u) diye,

Dost değildir sana doğrusun diye.” (La edri)


Resûlullah Efendimiz sav şöyle buyurdular ." kıyamet günü şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenlere mahsustur"  Eğer bir kimse şefaati inkar ederse bid'at ehlinden olur. Zira ayeti kerimede mealen " Muhakkak Rabb'in sana verecek de hoşnut olacaksın"  (Duha Suresi ayet 5 )buyurulmuştur

  Hadisi Şerif'te: " bir kimse bana salavat getirirse onun bu salavatı kıyamet gününde bana arz olunur. Ben ona şefaat edeceğini ümit ederim"  buyurulmuştur

  Hazreti Aişe validemiz Radıyallahu Anha dedi ki : " Bir gün Resulullah Efendimizin sav yatağına geldim bulamadım baktım ayakta namaz kılıyordu. Rükuda : " Ya Rabbi ümmetim ümmetim" diyordu secdede : " Ya Rabbi ümmetim ümmetim"  diyordu. Namazın sonunda: " Ya Rabbi ümmetim ümmetim"  diyordu sonra buyurdu ki: " Ya Aişe bu halime hayret mi ediyorsun?  Ben hayatta olduğum müddetçe Ya Rabbi ümmetim ümmetim derim kabirde sûra üfürülünce kadar ümmetim ümmetim derim. Diğer peygamberlerin nefsi nefsi dedikleri vakitte ben yine ümmetim ümmetim derim ve Hazreti Allah: " ey Muhammed ümmetinden benim birliğime ve senin peygamberliğine şehadet eden kimseye şefaat et"  buyurur

  Ka'bul Ahbar dedi ki: " Ben Hazreti Ömer'in(ra)  hilafeti devrinde Müslüman oldum Zira babamın benden sakladığı bir Tevrat sayfasını ancak o zaman bulabilmiştim. Orada şunlar yazıyordu: " Muhakkak Muhammed Aleyhisselam'ın ümmeti cennete 3 sınıf olarak girecekler 

 1- Bir kısmı hesapsız cennete girerler

 2- Bir kısmı kolay bir hesaptan sonra cennete girerler

 3- Bir kısmı da cehenneme düştükten sonra Muhammed Aleyhisselam onlara şefaat eder Allahu Teala onun şefaatini kabul eder cennete girerler

  İşte ben bunu görüp İslam ile Müşerref oldum ve şüphesiz ben bu üç sınıftan biriyle olurum dedim  (Sevâd-ı A'zam)


 Dünya tarihi kılçlardan kan damlayan , şehirleri  , ülkeleri yakıp yıkan , insanlara zulmeden zorba hükümdarların ve o zalimlere karşılık insanlığı "selam yurdu"na davet eden , kurtuluşa , ebediyete çağıran peygamberlerin tarihidir . Yani küfür ve iman birbiriylr hep mücadele etmiş küfrün galip olduğu dönemlerde insanlık büyük zulümler yaşamış  ,karanlıkta kalmıştır .

 Bu tarihi döngünün son peygamberide Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)'dır . Onun gelişiyle âlem yeniden can bulmuştur . İnsanlık mukaddes bir ülküye , insanı yücelten değerlere kavuşmuş , istikametini ebediyete çevirmiştir .

 Fakat sonra da zulüm ve küfür yerinde durmaz . gün gelir dünya , içinde Allah (c.c.) Teâla'nın anılmadığı bir yer olur . Ve "O gün sûra üfürülür! dalga dalga gelirsiniz"(Nebe 78/18) âyeti tecelli eder . Sonuçta zafer ise Allah (c.c.)'a inananların , "Nurları önlerinden , sağlarından koşacak"(Hadîd 57/12) onların olur . O gün , hevâ heveslerine kul olanların dünyada yaptıkları ise hep boşa gider .

 Kur'ân-ı Kerîm âyetlerinde bildirildiği üzere , Allah (c.c.) Teâla birtakım meleklerini insanı birtakım tehlikelerden muhafaza için görevlendirmiştir . (Rad 13/11). Bazı meleklerde onun amellerini tesbit için vazifelidir . (Kâf 50/17-18 , İnfiTâr 82/10-13).Arşın etrafındaki pek çok melek mümin kullar için devamlı istiğfar etmekte , onlar için dünya ve ahiret selâmeti istemekteler (Mü'min 40/7-9)

 Yerlerde ve göklerde ne varsa insanın hizmetine bağlanmış (Lokman 31/20-29 , Câsiye 45/13) , haklarını gözetmek ve kulluk şuuruyla hareket etmek üzere insanın emrine verilmiştir .

 Dinleme , karşıdaki kişinin neyi ne maksatla söylediğini anlamaya çalışmaktır . Dinleme becerisinin gelişmesi sebebiyle , çoğu kez anlatılmak istenen ile anlaşılan şey aynı değildir . Kişilerin kendi ön yargıları , anlayış seviyeleri ,dünyaya bakış açıları , karşısındaki kişinin söylemek istedklerinin doğru anlaşılmasını çoğunlukla engeller . Buna çarpıtarak dinleme denir .

 kişinin kendisini karşısındakinin yerine koyarak onun duygu ve düşüncelerini doğru olarak anlayabilmesi için karşısındaki kişinin dünyasını onun gözüyle görmeye çalışmak gerek . Anlatabilmek için önce anlamalıyız . Aksi durumda bütün konuşmalar faydasız olur .

 İnsan yüce Rabb'ini unutunca aklı şaşar , serabı su sanar , zehiri bal diye yutar , harama hayat diye dalar . Nefis bu dünyadan elde etttikleri ile sevinirken onları kaçırmaktanda korkar . Öyle olur ki bu sevgi ve korku insanın bütün hücrelerini sarar . İnsandaki yaşama ve eşya sevgisi kalpte taht kurar . bu sevgiyle kalp sarhoş olur .

 İnsanın gözünde dünya kıymetlenir . Eşya yüce Mevlâ'dan daha çok sevilir . Artık her an o zikredilir . hayallere o yerleşir . İnsan sadece onun için üzülür , onunla sevinir . Allah (c.c.) Teâla'yı zikirden ve namazdan uzaklaşılır . Dünya sevgisi dolu gönülde din , iman , ahlak , helal , haram , namus , şeref önemini yitirir . Her şey madde olur ve hayat üç kuruşluk maddi hesaplar etrafında heba olup gider .

 Kalpteki sevgi kime yönelmiş ise insan o kişiyle manen bir irtibat duygu ve ahlak alışverişindedir . Örneğin kendisini bir kahraman yahut sanatçıya benzetmeye çalışan , onun hayali ile yatıp kalkan  , ona ait her şeye ilgi duyan bir insan  , o kişinin ahlakı ile ahlaklanıyor demektir .

 Kalp bir kimseyi samimi olarak sevince öyle bir kabiliyet kazanır , hayal gücü öyle gelişir ki gözü nereye baksa orada sevdiği kişiyle ilgili bir bağ kurar . Uzaklıklar ortadan kalkar ve her şey sevileni hatırlatır . Böyle bir sevgi Allah (c.c.) Teâla'ya ve O'nun sevdiklerine yönelik olursa insan üzerindeki etkiside ona göre olur . peygamberleri , salih kimseleri sevmek nurdur . Bu sevgi rahmet ve bereket olarak insanı kuşatır . Ebedî kurtuluşunada vesile olur .

 İnsan , ya bela ya afiyet halinde olur . belaya düştüğğü zaman takındığı tavır ise feryat ve şikayettir . Bir kul olarak Allah (c.c.)'ın bağışlamasına sığınması gerekirken -hâşâ-Allah (c.c.) ile hesaplaşmaya kalktığı görülür . Böyle bir kimse olanların sadece dış yüzünü görür . bela , sıkıntı sebebiyle Cenâb-ı Hakk'ın onu gafletten uyandırmak istediği aklına hiç gelmez . asıl Allah (c.c.) Teâla bir kulu sevmezse , dünyada ona hep rahatlık verirde ahiret hesabının altından kalkamaz hale getirir .

 Akrabaya iyilik , fakir bir akrabanın ihtiyacını gidermek olduğu gibi eğer buna güç yetmiyorsa şefkat ve sevgiyi güçlendiren bir ziyaretle , hatta güzel birsöz , bir gülümsemeylede olabilir . Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.) buyuruyor "Akrabanıza selamla dahi olsa iyilik ediniz"

 Akrabaya iyilik karşılık beklemeden yapılmalıdır . Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu konudaki ölçüyüde şöyle belirtiyor "Akrabaya karşılık bekleyerek iyilik eden , iyilik etmiş olmaz . Asıl iyilik Akrabası kendisini terk etsede akrabalık bağını koparmamaktır"

 Îmânın yeri olan kalp , Allah (c.c.) Teâla'nın gayb hazinelerinden bir hazinedir . İnsandaki bütün bilgi , marifet , sevgi , korku gibi haller bu kalpte oluşur . Allah (c.c.) Teâla bu kalbe nazar buyurur ,ona emreder ve onu nehyeder . onu kendisine davet eder , ilahi sevgi ve nur oraya iner .

 İnsana kalbine göre değer verilir . Bunun için bir insan midesinin derdine düştüğü gibi , en kıymetli cevheri ve asıl emaneti olan kalbininde derdine düşmeli onun derdini dindirmek , ihtiyacını gidermek için elinden geleni yapmalıdır .


 İfrat "çok aşırı gitmek , haddini ve gücünü aşmak , kendi keyfince adım atmak , istenenşeylerin öetsindeki şeyleri yapmak" demektir . İfrat her konuda ve her işte olabilir . Sevgide , ibadette , kullukta , konuşmada , günlük işlerde, kılık kıyafette ve benzeri işlerde insan ölçüyü kaçırıp zora ve zarara girebilir . Aslolan ise itidal yani orta yol dengeli olmaktır

 Bir şahıs veya bir olay hakkında bir söz söylemeden önce ilk yapılacak iş doğru tesbittir . Tahmin , zan ve kulaktan duyma bilgilerle hüküm verilmez . Eksik bilgilerle Allah (c.c.) Teâla'nın tasdik etmeyeceği sözler söyleten insanlar Allah (c.c.) katında yalancılardan yazılırlar

 insanlar ve olaylar hakkında hüküm verirken duygusal davranmak doğru değildir . özellikle svilen ve sevilmeyen kişiler hakkında bir değerlendirme yapılırken bir kat daha titizlik gerekir . Güvenilir müslümanın özelliği , nefsine ağırda gelse kimseyi kayırmadan , haklı olanın yanında olmaktır

 Resûlullah efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır "Allah (c.c.) Teâla iyiliklerin ve kötülüklerin hükmünü yazdı . Şöyle ki . Kim bir iyiliğe niyet ederde onu yapamazsa Allah (c.c.) Teâla o kimseye tam bir iyilik sevabı verir . kul niyet ettiği iyiliği yaparsa Allah (c.c.) Teâla ona yaptığının on katından yedi yüz katına , hatta daha fazlasına kadar sevap yazar . kul bir kötülüğe niyet ederde sonra onu yapmayıp Allah (c.c.) için onu terk ederse Allah (c.c.) Teâla onun için bir iyilik yazar . Kul bir kötülüğe niyet eder ve onu yaparsa Allah (c.c.) ona sadece bir günah yazar . (Buharî , Müslim)


ÜMMÜ HABİBE (R.anha)

 Kureyşin Hudeybiye anlaşmasına uymayıp , musâlaha şartlarını ihlali üzerine Resûlullah Efendimiz (s.a.v.) mekke'nin fethi hazırlıklarına başladı .

 Müslümanlar Huzaâ Kabilesi , Kureyş'de Ben'i Bekir kabilesi ile müttefik idiler . huzaâlılar ile Benî Bekir arasında çıkan harpte Kureyş Benî Bekir'i açıkça desteklemiş hatta Huzaâ'lılar harem-i Şerif'e iltica etmişkenbile orada onları öldürmüşlerdi . Bunun üzerine Huzaâlılar müslümanlardan yardım istediler .kureyş'in reisi Ebû Süfyan , Hudeybiyye anlaşmasının müddetini uzatmak için Medine'ye geldi . Bir sözle bütün kabileleri islâm aleyhinde ayaklandıran bu adam , Medine'ye gelince şaşırdı kaldı . Çünkü Medine bu haberle çalkalanıyordu . herkes bu hadiseden bahsediyordu . Eli boş Mekke'ye dönmek işine hiç gelmezdi . Doğruda Hz.Peygamberi (s.a.v.) görmeye ise cesaret edemiyordu . Onun için Ebû Süfyan önce kızına gitti . Kızı Hz. Ümmü Habibe (r.anha9 Hz. Peygamberin zevcesiydi . Onun şefâatini dileyecekti . kızı babasını karşıladı içeri aldı , fakat babasını peygamber Efendimizin oturduğu yere oturtmak istemediğinden minderi toplayıp kaldırdı . Ebû Süfyan bunun farkına vardı ve sordu .
-Kızım minderi mi benden esirgedin , yoksa beni mi minderden , diye sordu . Kızı cevap verdi :
-Bu ,Peygamberimize (s.a.v.) aittir , sen ise müşriksin , bu yüzden üzerine oturmanı istemedim . Ebû Süfyan içerledi :
-Kızım dedi , bizden ayrılalı sana bir hal olmuş , çok değişmişsin
 Ebû Süfyan , Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ile görüştü isede bir cevap alamadı . Sıra ile hz. Ebû Bekir (r.a.9 , hz Ömer (r.a.) , hz.Ali (r.a.) gibi Ashâbın büyüklerine müracaat ederek şefaatte bulunmalarını , müsâlahanın uzatılmasına tavassutlarını dilediysede olmadı . Musâlahayı uzatamadan geri döndü:Ebû Süfyan Mekke'nin fethi sırasında müslüman oldu .


İLMİN GÂYESİ

Hz. Ali (k.v.) buyurdu kİ: "Büyüyüp Rabblml tanı­madan, küçük yaşta ölüp cennete girmek beni sevindirmezdl. Allâhü Teâlâyı en İyi tanıyan kimce, haşyeti (Allâh korkusu) en fazla, İbâdeti en çok olan ve Allâh rızâsı İçin nasihati en güzel yapandır!"

İlme duyulan şiddetli İhtiyâca gelince; nefsini Ihiâsla ilim talebine vakfetl Hedefin, İlmi ezberleyip nakletmek değil, anlayarak öğrenmek olsun. İlim tahsilinin büyük tehlikeleri bulunduğunu da bili Kim İnsanların teveccühü­nü kazanmak, idârecilerin meclislerinde bulunmak, görüş sahiplerine karşı övünmek ve dünyâ menfaati elde etmek için ilim öğrenir ise, onun ticâreti (İlim Öğrenmesi) boşa gitmiştir. Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurur: "Her kim İlmi, âlimlere karşı böbürlenmek, sefihlerle münâkaşa et­mek veya İnsanların teveccühünü kazanmak İçin öğrenirse, Allâhü Teâlâ da onu ateşe sokar."

Sakın, şeytan gelip süslü sözlerle sana şöyle demesin: “Madem ki ilim öğrenmekte bu kadar tehlike var, onu terk etmek evlâdırl" Sakın böyle bir düşünceye saplanmal

Zîrâ Rasûlüllâh (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Ml’râc gecesi cehennem bana gösterildi ve oradakilerin çoğunun fakirler olduğunu gördüm!" Dediler kİ: "Yâ Rasûlallâh! Mal yönünden fakir olanlar mı?” “Hayır, ilim yönünden fakir olanlar..." buyurdu.

İlim öğrenmeyen kimse, ne İbadetin ahkâmını bilebilir ve ne de hakkıyla yerine getirebilir. Şayet bir kimse, illmsiz olarak göklerdeki meleklerin İbâdeti gibi Allâhü Teâlâ'ya ibâdet etse, hüsrana düşmekten kurtulamaz. O halde araştırma, tekrarlama, okuma yoluyla ilim talebi için hemen kolları sıval Tembellikten ve çabucak usan­maktan sakın. Aksi takdirde Allâh (c.c.) korusun, dalâlet çukuruna yuvarlananlardan olursun


NEFİSLE HESAPLAŞMA

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerifinde “En büyük düşmanın (merkezi) İki kaşının arasındaki nef­sindir.” buyurdular. Diğer bir hadîs-i şeriflerinde de “He­saba çekilmeden nefsinizi hesaba çekiniz.” buyurdular.

İmam-ı Gazâli Hazretleri nefsini şöyle hesaba çekiyor; "Ey nefsimi Anladım ki, dünyânın nimet ve lezzetlerine alışmışsın ve kendini onlara kaptırmışsın! Cennete ve cehenneme inanmıyorsan, bâri ölümü inkâr etme! Bu nimet ve lezzetlerin hepsini senden alacaklar ve bunların ayrılık ateşi ile yanacaksın! O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Dünyâya niye sarılıyorsun? Bütün dünyâ senin olsa ve dünyâdaki insanların hepsi sana secde etse, az zaman sonra sen de, onlar da toprak olacaksınız! İsimleriniz unu­tulacak, hatırlardan silinecek. Geçmiş pâdişâhları hatırla­yan var mı? Hâlbuki sana dünyâdan az bir şey vermişler. O da bozulmakta, değişmektedir. Bunlar için, sonsuz cen­net nimetlerini fedâ ediyorsun. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!

Bir kimse, kıymetli ve sonsuz dayanıklı bir mücevheri verip, bununla, kırık bir saksı satın alırsa, ona nasıl gü­lersin? İşte dünyâ, alınan saksı gibidir. Onu kırıldı bil ve ebedi cevheri elinden çıktı ve sana pişmânlık ve azâp kaldı bili

Bunlar ile ve bunlar gibi sözlerle, herkes nefsini azarla­yarak, kendi hakkını ödemeli ve nasihate, önce kendinden başlamalıdır! Allâhü Teâlâ, doğru yolda gidenlere selâmet ihsân buyursun " Âmin.


FIKRA KÖTÜ ŞİİR

İki şâir, bir nahiv (dil) âlimi adama giderek,

- “Şiirlerimizi dinle ve hangisinin daha İyi olduğunu söyle.” dediler. Birinin şiirini dinleyen nahiv âlimi diğerini dinlemeden,

- “Diğeri daha İyi” dedi. İlk şâir, "Daha diğerini din­lemedin kil” deyince nahiv âlimi:

- "O asla bundan beter olamaz.” dedi


ERKEN KALKMADA BENİ GEÇMİŞLER

Nûşirevân’ın oğlu Hürmüz, çocukluk yıllarında gece­leri sabaha kadar, nüktedan nedimler ve beylerle, soh­bet meclisinde yiyip, İçip eğlenirdi. Sabah olmaya yakın yatıp uykuya dalardı. Hürmüz'ün hocası ise, her sabah gelir, Hürmüz'ü gaflet uykusunda bulurdu. Ve her za­man nasihat edip:

- Ey saadetli şâh, seherle kalk. Çünkü seherle kalkan­lar devlet, saadet ve şeref bulur, zafer kazanarak yardı­ma nâil olurlar, derdi. Hürmüz İse hocasının her gün seherle kalkıp gelmesinden ve her zaman bu nasihati vermesinden huzursuz oluyordu. Bir gün kölelerine; 

- Birkaçınız seherde kalkıp hocanın yoluna durun ve gelince hemen üzerinde bulunan güzel elbiselerini soyup salıverin, der. Adamları Hürmüz'ün emrini yerine getirirler. Erkenden kalkıp hocanın yolunu bekleyip hoca gelince tutup belinden kemerini, başından mücevherli tacını ve üzerinden de süslü elbiselerini soyup alırlar. Hoca bu hâlde Hürmüz'e gelir, Hürmüz, hocayı görüp bilmiyormuş gibi hocadan başından geçenleri sorar. Hoca soygun­cuları şikâyet edince, Hürmüz;

Ey bilgi sâhibi ve yol gösterici, bana her zaman "Seherle kalkan devlet ve zafer kazanır, yardıma nâil olur" derdin. Hayret edilecek şey, bu musibet ve zillet; sana neden oldu der, Hoca:

"Ey olhan şâhı, soyguncular erken kalkmada beni geçmişler" dedi,


İslâmda Va'zın ve Öğüt Vermenin Önemi

İslam dininde va'z etmek ve öğüt vermek pek önemli bir görevdir, bir farz-ı kifayedir. Kürsülerde ve minberlerde insanlara öğüt kasdi ile söylenen sözler (hutbeler) sünnettir. Peygamberimizin yoludur. Din hükümlerine uygun olarak ihtiyaca göre tatlı ifadelerle yapılan konuşmalardan, verilen öğütlerden herkes faydalanır. Bunlar birer uyarmadır. Bu uyarmalar mü'minler için çok yararlıdır.

Nasihat (öğüt), aslında hayır istemektir. Bir hadis-i şerîfde şöyle buyurulmuştur:

"Şübhe yok ki din, Allah için, Allah'ın kitabı ve Peygamberi için, müslümanların imamları için ve hepsi için hayır istemekten, (öğüt vermekten) ibarettir."

Doğrusu Allah'ın dinine hizmet için çalışmak, başkalarının hidayete ermelerine, mutluluğa kavuşmalarına ve selametlerine hizmet için uğraşmak ne büyük bir hayırseverliktir, ne yüksek bir harekettir!..

Bunun içindir ki, bir hadis-i şerifde buyurulmuştur:

"Yüce Allah'ın bir kimseyi, senin aracılığınla hidayete erdirmesi, senin için, güneşin üzerine doğduğu ve battığı şeylerin hepsinden daha hayırlıdır."

Nasihat, gerçekten bir hayır işidir, çok sevimli bir hizmettir. Yalnız baş olmak sevgisi ile veya mala ve insanların takdirine kavuşmak maksadıyla yapılan öğütler ve konuşmalar, sahibleri için birer günahtır. İyi niyet bulunmadığı için de, Yüce Allah katında makbul değildir.

Allah rızası için bir hayır olarak yapılan öğütü kabul etmemek, ilmi üstün olan kimsenin hakka bağlı emir ve tavsiyelerine boyun eğmekten kaçınmak ise temerrüd (İnatçılık) denen kötü bir huydur. Bu da, kıskanmaktan, kendini beğenmekten ve nefsin arzusuna uymaktan ileri gelir.

İslamda iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak da bir öğüt ve hayır dilemekten ibaret çok önemli bir görevdir. Müslümanlar bu görevi gereği üzere yerine getirmiş olmakla diğer milletlerden seçkin bir millet olmuşlardır. Kur'an-ı Kerîm'de de övülmüşlerdir.

Maruf yaratılışa uygun ve dince güzel görülen şeydir. Münker de, aksine yaradılışa aykırı ve dince çirkin bulunan şeydir. Onun için her müslüman kendi din kardeşi hakkında ve bütün insanlık hakkında hayır ister, iyiliği emreder ve öğüt verir. Kötülüklerden sakındırmayı da bir din görevi bilir. Ancak bu görevin dereceleri vardır. Şöyle ki: Bu yol gösterme görevinin yapılmasında, karşı taraftan bir kötülüğün ortaya çıkacağı düşünülmüyorsa, bu görev işe el koymakla, değilse sözle yapılır. Bu da tehlikeli ise, yalnız kalb ile yapılır. İyiliğin yapılması, kötülüğün de terk edilmesi için kalb ile dua yapılır.

Bir müslüman yapacağı iyiliği tavsiye ve kötülükten alıkoma görevinin zararsız olarak kabul edileceğini üstün görüşü ile anlamış olursa, bu görevi yapmak ona vacib olur, bunu terk edemez. Fakat bu yüzden döğülme ve sövülme gibi bir tepki göreceğini anlarsa, bu görevi bırakması daha iyidir. Sözünün benimsenmeyeceğini bilmekle beraber böyle bir tepki de olmayacağını anlarsa, serbestir; isterse öğüt verir, isterse vermez. Fakat öğüt vermesi daha iyidir. Bu yolda bazı zorluklara katlanmak bir mücahededir.

Bir kimsenin emrettiği veya yasakladığı şey, hakka ve ihtiyaca uygun ise, kabul edilmelidir. Öğüt veren, söylediklerini yapmamış olsa bile, doğru olan şey kabul edilir. Şu da gerçektir ki, bir emir ve yasağın ruhlara tesir edebilmesi için, bu görevi yapmaya çalışan kimse şu beş vasfı kendisinde bulundurmalıdır:

1) Bilgi sahibi olmalıdır. Çünkü bilgisi olmayan kimse bu görevi güzelce yapamaz.

2) Söylediği şeyle kendisi de amel etmelidir. Değilse:

"Niçin yapmadığınız şeyi söylersiniz?" azarına muhatab olur.

3) Bütün sözlerinde Yüce Allah'ın rızasını ve müslümanların yükselmelerini gözetmelidir. Bunu hedef edinmelidir.

4) Dinleyiciler hakkında şefkat göstermeli, irşad görevini tatlılık ve yumuşaklıkla yapmalıdır.

5) Sabırlı ve iyi huyu olmalı. Sertlikten ve şiddetten kaçınmalıdır.

Şunu da ekleyelim ki, halk tabakasından olan kimselerin, ilim ve irfan sahibi şahıslara iyiliği emretmeleri ve kötülüğü yasaklamaları uygun değildir. Böyle bir davranış edebe aykırıdır. Kendi haklarında bilmeyerek bir zarara sebeb olabilir.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder